REKABET HUKUKUNUN TARİHÇESİ – IV
(Erken Avrupa Dönemi)
Ortaçağı takip eden dönemin belirleyici yaklaşımı İngilizlerin ticaretin kısıtlanması (restraint of trade) doktrinidir. Ticaretin kısıtlanması doktrini, haklı bir sebep bulunmaksızın toplum yararına aykırı anlaşmaların yasaklanması esasına dayanır. İngiliz gelenek-içtihat hukukunun benimsediği ticaretin kısıtlanması doktrini, daha sonra Birleşik Devletlerde gelişen modern rekabet hukukunun öncüsü olmuş ve ona mehaz teşkil etmiştir.
İki taraftan birinin diğeri lehine ticaret yapmamayı taahhüt etmesini öngören; bugünkü ifadesiyle, iki taraf arasında taraflardan birine “rekabet etmeme” borcu yükleyen, diğer tarafa da bunu talep yetkisi veren anlaşmalara “ticaretin kısıtlanması” denilmektedir. İngiliz gelenek hukukuna göre ticaretin kısıtlanmasına yönelik bir anlaşmanın geçerli olabilmesi için her iki tarafın da ifası mümkün bir edimi karşılıklı taahhüt etmeleri gerekiyordu. Bu çerçevede ticareti kısıtlayıcı olduğu için İngiliz içtihat hukukuna göre ilk kez inceleme konusu yapılan anlaşmanın 1414 tarihli Dyer’s davasına konu olan anlaşma olduğu ifade edilmektedir. Olayda bir kumaş boyacısı olan Mr. John Dyer, davacıya, onun da faal olduğu bir şehirde altı ay süreyle ticarî faaliyette bulunmayacağına dair senet verir. Ancak anlaşmada Dyer’e bu taahhüdü karşılığında diğer tarafça herhangi bir bedel ödenmesi öngörülmemiştir. Davacının söz konusu anlaşmanın uygulanmasını sağlamak amacıyla Mr. Dyer’e ait senedin icra yoluyla tahsili için teşebbüste bulunması üzerine, bu anlaşmanın ticareti kısıtlayıcı nitelikte olduğuna kanaat getiren hâkim, kumaş boyacısı Dyer’in davacıya verdiği senetlerin icraya konularak tahsil edilmesi talebini reddetmiştir. İngiliz mahkemeleri daha sonra benzeri olaylarda aynı yönde kararlar vererek rekabetle ilgili içtihat hukukunda tedrici bir gelişim sağlamışlardır. Bu içtihatlar zamanla yazılı hukuka dönüşmüştür.
Avrupa için 16. Yüzyılın hızlı bir değişimin yaşanmaya başlandığı dönem olduğu görülmektedir. Bu dönemi küreselleşme tarihinin kayda değer bir aşaması olarak değerlendirmek mümkündür. Zira artık kapalı toplum yapısından dış âleme açılan yeni bir döneme geçilmiş, denizaşırı ticaret ve beraberinde gelen yağmacılık Avrupa’ya büyük bir mali kaynak akışı sağlamıştır. Uluslararası ekonomi ve ticaretin nitelik ve niceliği değişirken tacir ve iş adamlarının tutum ve davranışları da değişime uğramaktadır. Bu arada sanayiyi, yeniliği, buluşu ve üretimi teşvik için 1561 yılında İngiltere’de “Sınaî Tekel Lisansları” denilen ve modern patent düzenlemelerini andıran bir sisteme geçilmiştir. Ancak Kraliçe I. Elizabeth dönemiyle birlikte sistemin çokça istismar edildiği, yeniliği ve üretimi teşvik etmekten ziyade imtiyazların muhafazasını temin için kullanıldığı belirtilmektedir.
Buna karşılık mahkemeler içtihatlarını ticaretin kısıtlanması doktrini üzerine geliştirme çabasındadır. Yazılı kanun niteliğindeki hukukî düzenlemeler ise, 1602 yılında Kraliyet Mahkemesinin Kraliçe I. Elizabeth’in oyun kartlarının ülkeye ithali ve pazarlanması için Edward Darcy isimli şahsa verdiği münhasır lisansın oybirliğiyle geçersiz olduğunu ilan eden kararından sonra ortaya çıkmıştır. Yüksek Mahkeme söz konusu inhisarı, fiyatları artırıcı, kaliteyi düşürücü ve yaratıcılığı azaltarak insanları tembellik, miskinlik ve dilenciliğe teşvik edici olması nedeniyle geçersiz addetmiştir. Bu karar, devlet tarafından oluşturulan tekellerin rekabet açısından zararlı olduklarının ilk kez açıkça tescili ve ilanı niteliğini taşımaktadır. Bu yüzden söz konusu dava rekabet hukuku tarihine “tekeller davası” olarak geçmiş olup, bu davada ileri sürülen görüşler modern antitröst ve rekabet hukukuna temel teşkil etmek gibi bir işlev görmüştür.
Fakat Kral I. James’in yeniden tekel bahşetmeye başlamasından sonra, 1623 yılında Parlamento tarafından Tekeller Kanunu (Statute of Monopolies) kabul edilmiştir. Modern rekabet hukuku anlamında tarihin kaydettiği ilk yasa olma özelliğine sahip Tekeller Kanunu, patent hakları ve loncalara tanınan imtiyazlar dışındaki ticarî tekellerin tamamının kaldırılmasını ve hatta Kral tarafından verilen imtiyazların ilgasını da öngörmüştür. Bununla birlikte, Kral I. Charles’tan Kral II. Charles’a kadar devam eden iç savaş süresince gelir artırıcı nitelikteki tekel imtiyazlarına devam olunmuştur. Daha sonra 1864 yılında East India Company v. Sandys East India Company v. Sandys davasında, sadece ülke dışı için verilen münhasır ticarî hakların meşru görülebileceğine karar verilmiştir.
Rekabet hukukunun İngiltere ve Avrupa’da gelişimi, “piyasa ekonomisi” kavramını ilk kullanan kişi olan Adam Smith’in “Milletlerin Zenginliği” adlı eserinin yayılmasıyla birlikte ivme kaydetmiştir. Bu arada bireysel veya grup halinde icra edilen zanaatkârlık yerini, ücret karşılığı çalışan işçilik ve makine esaslı üretime dayanan endüstrileşmeye terk etmektedir. Ticarî başarının üretimde maksimizasyon ve maliyette de minimizasyonla mümkün olabileceği yönündeki yaklaşım geniş bir kabule mazhar olmuştur. Bunun sonucu olarak, şirketlerin büyüklüğü giderek önem kazanırken, bazı Avrupa ülkelerinin, ticareti kısıtlama gücüne sahip büyük şirketleri düzenleyen kanunları kabul ederek bu trende cevap vermeye çalıştığı görülmektedir.
Fransa’da İhtilal sonrasında kabul edilen 1791 tarihli kanunla, aynı işi yapanların veya aynı alanda ticarî faaliyet gösterenlerin ürettikleri veya ticaretini yaptıkları malların fiyatını tespite matuf anlaşmalar, anayasa ve hürriyete aykırı görülerek geçersiz sayılmıştır. 1852 tarihinde yürürlüğe konulan Avusturya Ceza Kanunu’nda ise “emtia fiyatlarının yükseltilmesi için yapılan anlaşmaların, toplum menfaatine aykırı” olduğu hükme bağlanarak, bu tür anlaşmaları yapanların hapis cezasına çarptırılmaları öngörülmektedir. Ancak söz konusu cezalar 1870 yılında bir kanunla kaldırılmış ise de, bu tip anlaşmaların geçersiz olduğu yönündeki kural muhafaza edilmiştir.
Avrupa’da 18. ve 19. yüzyıl boyunca hâkim durumdaki özel şirketler ile hukukî tekellerin, ticareti aşırı derecede kısıtlayabileceği fikri daha da geniş bir kabule mazhar olur. Ancak 19. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa çapına yayılan ve “1873 Paniği” olarak bilinen ekonomik buhran, rekabet lehine olan düşüncelerin yitirilmesine yol açar. Öyle ki, krizin fiyatlar ve kazançlar üzerindeki büyük baskısına karşı konulabilmesi için, şirketlerin aralarında kartel kurmak suretiyle işbirliği yapmak zorunda olduklarına dair görüşler taraftar toplamaya başlar.
Özetlemek gerekirse, bu dönemde “rekabet” açıkça kullanılan ve üzerinde özel olarak durulan bir kavram değildir. Bununla birlikte varlığı hissedilen ve yaşanarak görülen bir realitedir. Rekabeti kısıtlayıcı anlaşma, eylem ve uygulamaların birey ve toplum aleyhine sonuçlara yol açtığı görülebiliyor olmasına rağmen, söz konusu eylem ve uygulamalarla ilgili genel ve objektif nitelikte hukukî düzenlemeler yapılması yoluna nadiren başvurulmuştur. Rekabetin korunması bir ihtiyaç olarak hissedilmektedir, ancak bunun için yasa yapmak yerine içtihat hukuku enstrümanıyla çareler üretilme arayışına gidildiği görülmektedir.
Devam Edecek…
Bir yanıt bırakın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.